DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ VE YER (EL)İNDEN YÖNETİM (2)
Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulamaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara katılabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler, değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan insanlar bir seçmen olmanın ötesinde, “yurttaşlaşarak” toplumsal/politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her koşulda müdahale edebiliyorsa, başka türlü ifade edersek, toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, işte orada politikanın ve politika yapmanın bir anlamı, bir değeri, son tahlilde “demokrasi” olarak adlandırılan yapılanmanın bir kıymet-i harbiyesi var demektir.
Oysa “ ideal “olanla “reel” olan çoğu zaman birbirine uymaz… Tıpkı bugün bizim Türkiye’de yaşadığımız gibi… Bu yüzden yapılan seçimler –esasa dokunmada- “balkondaki seyirciyi oyalama” işlevi görüyor. Şimdilerde bizde ve her yerde “demokrasi” denilen aslında demokrasi değil, ama kendine demokrasi diyen garip bir söylem ve pratiktir. Söz konusu söylem ve pratik, en geniş kesimleri aldatma, oyalama ve mevcut durumu kabullendirme işine yarıyor.
Bu durumun anlaşılması için egemenliğin/yönetimin kaynağına inmek, tabiri caiz ise iktidarların DNA’sına inmek kaçınılmaza oluyor…
Onun içinde Neolitik topluma ya da cilalı taş devrine gitmemiz farzdır. Neolitik toplumda çoktan başlamış olan artık-ürün olanakları üstünden ya zor yöntemleri ya da ticari tekel yoluyla ilk büyük sömürü çağının başladığını biliyoruz. Ortaya çıkan verimliğin beraberinde kent, sınıf ve devleti doğurduğunu da… Neolitik anaerkil toplumdan (Sümercedeki, “Amargi” sözcüğü “kutsal ana-doğaya dönüş” anlamını daha o dönemde yükleniştir) intikam alırcasına, erkek egemen tanrılı düzenler inşa edilmiştir. Bu durumun ağır sorunlara yol açması kaçınılmazdır. Nitekim sistemin kendini dışa doğru yayma yoluyla bir sömürgeleştirme sürecine girmesi, bu yeni karakterinin anlaşılması konusunda belirleyici olmuştur. Bu minvalde ortaya çıkan güç/iktidar kaba kuvvetle fetihlerini yaparken, ruhani yönüyle de zihinleri fethetmeye eş zamanlı devam etmektedir.
Aradan 5000 yıl geçmesine rağmen adına “uygarlaşma” denilen devletli sistemin, bu temel özü hiç değişmedi. Oluşumunda beri tüm iktidarların –ister demokrasi adı altında isterse de başka bir ad altında olsun- toplumu güçsüz ve savunmasız bırakma özelliği hiç kaybolmadı.
Oysa iktidar/güç tekeli oluşmadan, toplumun doğal hali ahlaki ve adil toplumdu. Bu durum devletsiz toplumun mümkün, ama toplumsuz devletin mümkün olmadığının kanıtıdır. İlk doğuşunda bu yana kendini devlet de cisimleştiren merkezi idareler, sürekli olarak ahlakın yerine hukuku; adaletin yerine bürokrasiyi ikame ederek toplumu güçsüzleştirip savunmasız bıraktı. Oysa gerçek bir demokrasinin gereği olarak; toplum ahlaki, adil ve özgürlükçü temellerde, merkezden değil yerelden yükselirdi…
Uygarlık sürecine baktığımızda hukuk, güçlünün gücünü kutsaya bir kurallar manzumesi olarak karşımız çıkar. Nitekim hukuk, özünde “devlet zoruyla kanunların yürütülmesi” değil midir? Ahlaki bir toplumun ve adaletin gerçekleşmesi zora dayanmamalı, ikna temelinde içten benimsenen kurallarla oluşmalı. Ancak böylesi bir zeminde gerçekleşen demokrasinin bir anlamı ve değeri olur.
Eğer daha nesnel bir tartışma yürütmek istiyorsak; kent ve kentleşme olgusuna dikkat çekmeliyiz; zira demokrasinin bugün gerçekleşebileceği zemin kentlerdir. Bilindiği gibi uygarlığın diğer adı olan “medenileşme”, Arapça “kentleşme” anlamındadır. Kent olgusunun Aşağı Mezopotamya’da devlet olgusuyla birlikte anılması, kent devleti kavramının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kentler, devletlerin ilk örgütlendiği yerlerdir. Bugünkü devletlerin prototipi olan, kent-devletleri buralarda şekillendi.
Tabii kent ve devlet dediğimiz olgu soyut ve boşlukta var olan bir şey değildir. Onu var eden, ete kemiğe büründüren bir öz/özne varıdır. O öz ya da özne, bir kimliğe sahip, bir kavim, soy, giderek bir ulustur. Zira kimlik ulusun yapı taşıdır. Bu uluslaşma sürecinde hâkim bir etnik gurup, temel bir çekirdek rolü oynar, ona ait olan kimlik tüm ulusa mal edilir. Farklıklar ise, zor yöntemleriyle bu etnik gurubun kültürünün içinde eritilmeye tabi tutulur. Bu durum tüm yeryüzünde bu günde sıcaklığı hissedilen yakıcı ve çok sayıda sorunu da beraberinde getirir.
Ulus-devletin, bölünme ve üniter yapının bozulması gibi korkuları yerelin ve demokrasinin önüne hep engel çıkarmıştır. Zaten ulus-devlet ilk doğuşundan bu yana kendisini topluma, hep tanrı yüceliğinde ve kutsallığında sunup benimsetmeye çalışmıştır. Hegel’in deyişiyle, “Yeryüzüne inmiş tanrının yürüyüş hali” olarak görülmekte ve bu bakış egemen kılınmaya çalışılmaktadır. Yerelin kimliksel taleplerinin özellikle ulus-devlet düzeninin gündeme gelmesiyle başladığına tanık olmaktayız. Evet, bugün yaşanan sorunlar 19.yüzyıl toplum/devlet algısının bir sonucuydu…
Temsile merkezileşmeye, bürokrasiye, otoriteye dayanan hâkim demokrasi konseptini “Rasyonel Demokrasi” olarak kavramsallaştırmaya çalıştım. Bu hakim kavrayış, demokrasiyi en geniş toplum katmanları anlamında bir komploya dönüşmektedir.
Ama biz bu gün 21. Yüzyıldayız. Bugünün dünyasının gerçekleri, daha demokratik ve her düzeyde güç kazanmış, çeşitlilik temelinde şekillenmiş bir yerellikten yana. İktidarlara ve devletlere ancak bu çeşitliliğin tanınması zemininde rıza gösteriliyor. Unutulmasın ki devletler zora, demokrasi ise kolektif rızaya dayanır. Rızanın olmadığı koşullarda, daima savaş hali mevcuttur. Rızanın olduğu yere ise savaş diye bir şey kalmaz.
Bir formülasyon: Devletsiz toplum = azami demokrasi = yerel demokrasi. Bu formülasyon relalize edildiğinde, temsilin yerini doğrudanlık; bürokrasinin yerini katılım; otoritenin yerini, özgürlük alacaktır. Bu minvalde oluşacak; ahlaki entelektüel ve kültürel değerler özgürlükçü bir yaşamın da zeminini hazırlayacaktır. Böylece demokrasi kültürel ve yer(el)inden yönetim farklı bir anlam kazanacaktır.