KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN FELSEFESİ
Çağımızdaki hızlı kentleşme ve nüfusun kentlerde yoğunlaşması, beraberinde kentsel çarpıklığı da getirmiştir. Daha çok Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler açısından bu çarpıklığı giderme sorunu son elli yıldır yöneticileri meşgul eden konuların başında gelmektedir. Öyle ki bu durum siyasal erki, paylaşım için yapılan savaşımın önemli odaklarından (çok önemli bir rant alanı olması nedeniyle) biri durumuna getirmiştir. Kentsel dönüşüm projesi Türkiye’de işte bu sürecin ürünü olarak gündemdedir. Daha global anlamda baktığımızda, kentlerin; kapitalizmin en önemli “uygarlık” göstergelerinden biri olması ve bugün, İstanbul’dan New York’a, Rio’dan Pekin’e kadar dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkan kentsel sorunlar bir dizi yeni politika arayışını da gündeme getirmiştir. Kapitalist üretim ilişkilerinin biçimlendirdiği ve yeni üretim süreçlerinin örgütlendiği kentler, kapitalist ekonomik-politiğin doğal bir sonucu olarak sosyal ve siyasal anlamda eşitsizliği yeniden üreten yapıları ortaya çıkarmıştır. 21. yüzyılda, dünya nüfusunun büyük bir bölümünün kentlerde yaşadığı düşünüldüğünde kentsel sorunların çözümlenmesi ve bu sorunların çözümüne dönük politika arayışları önem ve öncelik kazanmaktadır. Ancak, bu noktada kritik olan olgu, bu çözümleme sürecinin dayanacağı bilimsel ve ideolojik temeldir. Bugün, kentsel siyaset alanında egemen olan neoliberal söylemin ve ipoteğin ötesine geçmek ve birtakım farklı/alternatif öneriler sunmak da bizlerin asli görevidir.
Neoliberal söylem/yaklaşım olarak ifade ettiğimiz bakış açısına göre, yerel yönetimler, yönettikleri toprakları ve mekânları, yörenin halkı ve gelecek kuşaklar için değil, hep çok değer verilen ‘yatırımcılar’ ya da ‘misafirler’ için hazırlama telaşındadır. 1980’lerde ortaya atılan yeni sağcı hedef tutturulmuş, “yarışan yerellikler” yaratılmıştır. Kentsel dönüşümün kırılma noktası çok büyük oranda buralarda gizlidir. Yarışan yerellikler konsepti, yarışı “yerel düşün, küresel davran” yaklaşımını tersine çevirip “küresel düşün, yerel davran” şeklinde formüle ederek yürürlüğe sokmuştur. Yerel artık halk için değil, küresel-liberalizm içindir.
Konunun daha anlaşılır olması için soruna daha bütüncül/genel bir bakışla yaklaşmak yararlı olacaktır. Aslında sadece üzerinde yaşadığımız coğrafyanın değil, görüleceği üzere, bütün dünyanın böyle bir sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Zira mekânda kontrolsüzce dolaşan ve yer seçen sanayi, gelişmeden büyüyen, yayılan kentler, göç dalgalarıyla büyük kentlere sürüklenen sosyal yapı karşısında süregelen politikasızlık –daha doğrusu neoliberal politikalar- kentleri içinden çıkılması son derece güç açmazlara sürüklemiştir. Sanayileşme sürecinin peşine takılan bir yerleşim politikası, beraberinde çarpık bir kentleşme sürecini yaratmıştır. Sistem kent merkezinde “yık-yap” sürecinin işleyişini, dolayısıyla tarihsel ve kültürel değerlerin tahrip edilmesini, sürekli olarak yoğunluk artışını yeşil alanların yok oluşunu ve sosyal altyapıların yetersiz kalışını ortaya çıkarmıştır. Bu noktada, sağlıksız kentleşme süreci bir anlamda kentte yaşayan insanların yaşam kalitesini düşüren sonuçlar doğurmuştur. Kentlerde toplumsal ve mekânsal anlamda bir “kalitesizleşme” süreci de bu bağlamda yaşanagelmektedir.
Aslında uygulanan neoliberal politikaların sonucu olarak hem kent merkezinde hem de çevre yerleşmelerinde, kalitesiz, niteliksiz ve kimliksiz mekânlar ortaya çıkmıştır. Kentlerin doğal rezerv alanları olan ormanlar ve su havzaları bu kontrolsüz yayılmadan en fazla nasibini alan bölgeler olmuştur. Süregelen tüm bu oluşumların sonucunda, daha yaşanabilir bir kentsel ortam için yenilenme ve dönüşüm aslında kaçınılmaz bir gerekliliktir. Özünde, asıl sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Yani bu dönüşümün kim tarafından, kimlerin yararına yapılacağıdır. O nedenle kentsel dönüşüm sorunu tüm yönleriyle tartışılmayı hak eden önemli sorunlarımızdan biridir. Düşük yaşam standardı, sağlıksız yapılaşma, deprem ve diğer afetler gibi darboğazlar karşısında kentin yenilenmesi ve dönüşümünün “bir kurtuluş yolu” olarak sunulması bundandır.
Özellikle de dönüşüm, plansızlığın planlamanın önüne geçtiği, kentsel sorunların bildik yöntem ve metotlarıyla çözülmez olduğu, kentlerin giderek gömüldüğü bataktan çıkaracak bir hamle, bir kurtuluş umududur; hem plancılar hem de kamu için. Önce akademisyenler, ardından belediyeler, daha sonra merkezi yönetimler benimsemiştir dönüşümü. Öylesine benimsenmiştir ki, dönüşüm, hızla planlamanın yerini almaya başlamıştır. Belediyeler planlama uygulaması yerine dönüşüm projeleri yapar hale gelmiştir (Özden, 2008). İşte asıl tehlike bu noktadan sonra belirmiştir. Öyle ki kentsel dönüşüm projelerine bakıldığında, onun, bir imar hakkı artırmadan ibaret olduğu görülmektedir. Asıl sorun, özellikle, potansiyel değerin, mevcut değerin üzerinde olduğu bölgelerde yerel halkla yönetimler arasında çok ciddi çelişkiler ortaya çıkartmasından doğmaktadır. Konunun uzmanları, dönüşüm uygulamalarının getirdiği kazanımların kamuya geri dönüş konusunun hemen hemen tümüyle göz ardı edildiğini, bütüncül planlamanın neredeyse tamamen unutulmuş, uygulamaların yalnızca projeler üzerinden yürür hale geldiğini tespit etmişlerdir. Türkiye yerel yönetim deneyimin bir açmazı olarak da karşımıza çıkan bu durumun temel nedeni, rant sağlama yaklaşımından başka bir şey değildir. Oysa dönüşümün bu bütünün bir parçası olması gerektiği, aksi takdirde bu uygulamaların bütüncül planlamadan koparak parçalanacağı düşüncesi yer etmiştir.
Dönüşümün gerçekleşeceği alanın, neoliberal politikaların uygulama alanı olması ve aynı zamanda Avrupa Birliği’ne giriş ve uyum süreci içindeki yeniden yapılanma çalışmaları, kenti yönetenler ile kentin diğer aktörleri arasında güç dengelerini yerinden oynatmış ve değiştirmiştir. Bu süreçte, bir yandan kamunun kentlerin yeniden yapılanması üzerinde giderek artan ağırlığı ve etkileri kentler üzerinde kendisini hissettirmiş yine diğer yandan özel sektörün de yenilenmeye ilgisinin artmasıyla sermayenin biçimlendirdiği yeni kentsel mekânlar yaratılmaya başlanmıştır.
Bu konuda oluşan bazı önyargılar nedeniyle, her şeye rağmen, kentsel dönüşüm projelerine, öyle elinin tersiyle bir yana itilebilecek projeler olarak bakılmamalıdır. Zira, bir yandan hızlı kentleşme, yeniden yapılanma ve modernleşmenin karşı konulmaz baskısı, diğer yandan geçmişten gelen, bugün hâlâ kültür mirasının zarar görmeden, özgün nitelikleriyle korunması ve geleceğe aktarılmasının kaçınılmaz gerekliliği, büyük kentlerimizde gerçek anlamda bir karmaşa ve sorunlar yumağı oluşturmaktadır. O nedenle kentsel dönüşümün, koruma ve yenileme olarak iki boyutlu olarak ele alınması zorunludur. Bu durumun en çarpıcı sonucu, 1999 yılında meydana gelen Marmara depremiyle yaşanmıştır. Büyük kentlerde yaşanan ve yaşanması muhtemel depremler ya da diğer doğal afetler(!) kentsel dönüşümün, kentsel yenilenmenin önemi ve gerekliliğinin kuvvetle hissedilmesine yol açmıştır.
Kentsel dönüşüm projeleri üzerinde çalışan, bu işin felsefesini yapan uzmanlar, kentsel dönüşümün kriterlerini de ortaya koymuşlardır. Onlara göre, belli bir yerleşim alanında kentsel dönüşüm gereksinmesi olup olmadığını ortaya koyan en önemli faktörlerden biri, kentsel yoksunluk olarak tanımlanan durumun boyutlarıdır. Kentsel yoksunluğu tanımlayan Brown ve Madge, yoksunluğu kısaca, “toplumsal uzlaşmanın düşük derecede olduğu, maddi, duygusal, fiziksel ve davranışsal açıdan tatmin etmeyen ve istenmeyen koşullar” olarak kabul etmektedir. Bir başka araştırmacı Townsevd ise yoksunluğu, “birey, aile ya da grubun, ait olunan yerel topluma veya daha geniş topluluğa ya da ulusa nazaran gözlemlenebilir ve gösterilebilir dezavantajı” olarak tanımlamaktadır.
Görüldüğü gibi, kentsel dönüşüm gerçek bir ihtiyaç temelinde gerçekleştirildiğinde, kenti ve kentte yaşayan nüfusu işin öznesi olarak kabul ettiğinde, çözüme de yüzünü dönmüş olur. Bu durumda, kentsel yoksunluk, kentin niteliksiz fiziki çevrelerinde yaşayan ve ekonomik olarak zayıf maddi koşullara sahip alt sınıf grupların, ait oldukları toplumun belli hizmet ve olanaklarından aynı oranda ve eşit şekilde faydalanması, belli bir ölçüde sosyal dışlanmışlık durumunun aşılması anlamında yapıcı bir rol oynayacaktır.
Bu anlamda bir kentsel dönüşüm kavrayışı daha çok Batılı ülkeleri içinde uygulama alanı bulmaktadır. Şöyle ki; kentsel yenilenme, “zaman içinde eskimiş ve yıpranmış kent dokularının günün sosyal ve ekonomik şartlarına uygun olarak değiştirilmesi veya yenilenmesini sağlayan süreç”tir. Bir başka ifadeyle kentsel dönüşüm, “mevcut kentleri ve merkezleri düzeltmek ve günün gereklerine uydurmak amacıyla yeniden planlamak ve bunu uygulamak” olarak anlaşılmaktadır. Tamamen rant ve kişisel çıkar beklentisinden uzak bir kentsel dönüşüm kavrayışına sanırım kimsenin karşı çıkması beklenemez. Zira söz konusu olan, daha sağlıklı koşullarda bir yaşamdır.
O nedenle, bizdeki kentsel dönüşüm kavrayışıyla, Batı’nın kentsel dönüşüm kavrayışı arasında çok ciddi farklar bulunmaktadır. Avrupa ve Amerika gibi Batılı ülkeler de zaman zaman kentsel dönüşüm projeleri yapma durumunda kalmışlardır ama gelişmekte olan Doğu toplumlarından çok farklı nedenlerle… Savaş sonrası kentlerin uğradığı yıkım ya da kentlerde yaşam koşullarının geliştirilmesi ve kültürel dokunun korunması başlıca nedenler olarak sıralanabilir. Görüldüğü gibi kentsel dönüşüm olgusu, farklı toplumlarda farklı süreçlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Keza, bu anlamdaki dönüşümün bir kararlar ve stratejiler toplamı olarak karşımıza çıkması anlaşılır bir durumdur. Burada önemli olan bu karar alma süreçlerinin bileşenlerinin kimler olacağıdır. Bu açıdan bakınca, arzulanan kentsel dönüşüm projesinin başarıya ulaşmasında belki en önemli faktör o mekânda yaşayanların söz sahibi olmalarıdır. Bölgenin yerel yönetimiyle birlikte, belli ölçülerde ve denetim altında özel sektör, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, dönüşüm uygulamasının başarıya ulaşmasında en önemli aktörlerdir.
Bu sürecin sonunda gerçekleştirilen kentsel dönüşümün, kentin çağdaş yaşam standartlarına ulaşmasını sağlamaya dönük olduğu kolayca anlaşılabilecektir. Bunun doğal bir sonucu olarak, Keleş’in de işaret ettiği gibi, “yoksulluk yuvalarının temizlenmesi, kent merkezlerinin, anakentlerin öteki kesimleri ve yöre kentleri ile aralarındaki ekonomik canlılık ayrımlarını gidermek üzere bu kesimlerin yenilenmesi ve kent merkezlerindeki yerel yönetimlerin parasal olanaklarının artırılması” gerekmektedir. Yerel halkın projeyi sahiplenmesi, beklenti ve taleplerinin dikkate alınması, onları bilinçlendirici çalışmalar yapılması esas olmalıdır. Yani bölge halkına rağmen bir dönüşüm projesinin gündeme alınması yapıcı/olumlu/iyi niyetli bir yaklaşım olarak kabul edilemez. Bir Batılı yerel yöneticinin yaptığı tespit bizim için çok öğretici olabilir. Şöyle demektedir; ”kentlerin dönüşümünü gerçekleştirirken yıllarca hata yaptık. Fiziksel yapıyı yenilerken sosyal yapıyı göz ardı ettik…” Söz konusu olan, sosyal yapı konusunda aynı hatalara düşmektedir.
Sonuç olarak, bu haklar, hem kentte yaşayanların sahip olması gereken insan hakları, hem de yaşadığı kentin bir bireyi olarak, o yerleşim yerinin kent ve çevre değerleri üzerindeki haklarıdır. İşte bu noktada, “kentsel yaşam kalitesi” kavrayışı gündemdedir. Kentsel yaşam kalitesi çağdaş kent ve çevre standartlarının bir kentte sağlanmasının yanında, kent haklarının herkese sağlanmış olup olmadığı ile de doğrudan ilgilidir.
Bütün bu gerçeklerin ışığında, evet, bir kentsel dönüşüm gerçeğiyle yüz yüzeyiz ve bu konuda, üzerinde ilgili çevrelerin uzlaştığı bir proje henüz yoktur. Bu projenin gerçekleşmesinde orada yaşayan insanları da projenin içine dâhil ederek sorunu aşmanın yolu mutlaka bulunmalıdır. Bu yapılırken, kentlerin şimdiki ve gelecekteki rolleri belirlenirken, küreselleşmeci neoliberal politikaların tuzağına düşmeden tartışmak önemlidir.
Süreci bu çerçevede yönetmek, o kentte yaşayanların en temel haklarındandır. Zira eğer, ideal bir kent yaratmak gibi bir rüyamız varsa; bilinmelidir ki bunun tek yolu, o kentte yaşayanların kentlilik haklarını güvenceye almaktır. Bu güvence sağlandığında bilinmelidir ki, artık kentsel dönüşüm projesinin başarıya ulaşmasının garantörü, herhangi bir güç odağı değil, halkın bizatihi kendisi olacaktır.