DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ VE YER (EL)İNDEN YÖNETİM (3)
Demokrasi ve demokratikleşme günümüzde en çok istenen, telaffuz edilen iki kavram…
Peki herkes demokrasiyi bu kadar çok istiyorken biz neden hala onun yokluğunu en sıcak hissedenleriz…? Niçin hala “herkesin demokrasisi kendine” gibi bir durum söz konusu? Demokrasi nasıl bir aparat ki, herkes onu “körün fili tarif etiği” gibi tanımlıyor…
Özellikle Türkiye ve benzeri ülkelerde; bizzat varlıkları demokrasinin yokluğuna borçlu olan siyasi partiler mi gerçekleştirecek onu? Zaten tipik siyasi partilerden çok birer şirkete benziyorlar; asıl amaçları ve varlık nedenleri kitleleri oyalamak ve bütçeyi/hazineyi yağmalamak ve çevrelerini zenginleştirmek…
Oysa Demokrasi, politikanın belli “elitlerin” elinden alınıp sosyalleşmesi; her sorunun, herkesin sorununun, herkesin kaygısı olması gerektiği, zeminine gereksinim duyar.
Velhasıl, demokrasi ve demokratik işleyiş/demokratik yöntem, insanlar arası politik, ekonomik, sosyal eşitliği– kişi nasıl bir statüye sahip olursa olsun-, çeşitliliği varsayar ve bunlar arasındaki karşılıklı belirleyicilik ve tamamlayıcılık ilişkisi esas alır; olabildiği kadar merkezi belirsizleştirip; referans olarak yereli/tabanı işaret eder… Hatta bugün olduğunun tersine, demokrasi ve merkez, yan yana olmaları uygun olmayan iki kavramdır. Zira demokrasi, doğası gereği her türlü hiyerarşiyi ve ayrımcılığı reddeder. İşte onun için, bütün bu bilgilerin ışığında, yaşanan ve yaşanmakta olan deneyimlerinin de katkısıyla nasıl bir demokrasi ve yönetim (!) kültürüne sahip olmamız gerekir, karar verelim.
Tartışmaya siyasal yönelim olarak, liberal, muhafazakar ve türevlerinin yaklaşımlarını söz konusu etmeden yürütmeliyiz. Zira onlar açsından demokrasi, kârın maksimize edilmesi ve geleneğin devamı için bir araçtan başka bir şey değil ve ben bu konuda zaman kaybına neden olmak istemiyorum. O yüzden tartışmayı sol/sosyalist pratiklerin eleştirisi üzerinde yaparsak daha bir anlamlı olacağını düşünüyorum.
Uygarlık tarihi boyunca halk tabakalarının eşitlik, özgürlük ve demokrasi talepleri hep egemen devletçi sistemin ekseni dışına çıkmadan, devletin kendini yeniden üretmesi; “devletin bekası” temelinde şekillendi. O devlet ki; Sümerlerden bu yana kendini “artı-ürün”ün gaspı üzerinden var etmiştir. Devleti açığa çıkaran neden “artı-ürün”ün açığa çıkmasıdır. Sonrasında ezen ezilen olgusu ile sınıf açığa çıkmış ve sınıf açığa çıkması devleti farklı formlarda günümüze kadar getirmiştir. İşte, istisnasız bütün ideolojiler, başta da Marksistler olmak üzere, böylesi bir “bagaja” sahip devleti ele geçirmek için amasız bir mücadeleye giriştiler. Ütopyalar ne olursa olsun, kullanılan araçlar sonucun oluşmasında belirleyici olur, ilkesi burada da geçeli oldu…
Aslına bakılırsa “Doğu Bloku”nun yıkılışından sonra düşüncelerdeki pranganın da –en azında bir kesim açısından- çözülmesine neden oldu. Dönemin koşullarında Marks’ın ortaya koyduğu ekonomi politiğin tahlili, toplumun ihtiyaçlarını belli boyutlarda karşılıyordu fakat gelinen aşmada baktığımızda Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu ortaya çıkmış bulunuyor. Temel etmenlerin başında sosyalizmin “devlet odaklı” olması, demokrasinin gerçekleşmesini engelleyen ve merkezin giderek belirsizleşmesi –yerelinden yönetimin olmazsa olmaz koşulu- gereğini ortadan kaldırıyordu. Kaldı ki, nüfusun artmasına karşın, gün geçtikçe küçülen sınıfın “niteliğin ve niceliğin” durumu göz önüne alındığında “sınıfsal perspektifin” değiştiğini söylemek yerinde olacaktır. Bugünün koşullarında, demokrasinin gerçekleşmesi/demokratik yerinden yönetimlerin oluşması için sınıfın ayaklanıp “proleter devrim” yapmasını beklemek akıntıya karşı kürek çekmeye benzer. Kaldı ki, cins, birey, ulus, toplum ve doğanın özgürlüğünün koruması fikrine, proleter devrimler dar gelmektedir. Yaşanan durum, söz konusu paradigmanın “yapısal kriz” ine işaret etmektedir. Onun için Bakunin; “proleter devlet yeni bir kızıl burjuvazi yarattı” demektedir. Parti önderliği “parti-devlet”, “iktidar”, “tahakküm” olguları yeniden kimliklendirmeden artık yolumuza devem edemeyiz. Artık geçmişin yöntem ve araçları terk edilmeden, gerçekleşebilir/ciddiye alınabilir paradigmalar oluşturmak mümkün değil. 5000 yıllık devlet geleneği ve onun toplum üzerinde yarattığı iktidar, tahakküm, zor olgularını çözerek ve devlet-iktidar ilişkisine girmeden sınıfsal değil, toplumsal yeni bir paradigmadır ihtiyacımız olan.
Bugünkünden farklı bir demokrasi kültürünün ve yerellik anlayışının oluşumu için; devlet yönelimli olmayan, tam terinse devlete karşı kendi özgücüne dayalı ve insan-doğa merkezli bir sistem oluşturmak en anlamlı olanıdır. Merkeziyetçilikten uzak, her kesime ve kimliğe kendini ifade etme olanağı sunan toplum kuşkusuz ki demokratik bir toplum olacaktır. Her birimin söz sahibi olduğu, “katılımcı demokrasi” olarak da kavramsallaştırılan doğrudan demokrasi uygulamasınadır söz konusu ettiğimiz. Bu itibarla, gücü/iktidarı hedeflemeyen yaklaşım, bireyi özgür yurttaş olarak tanımlar ve onu toplumun en temel birimini sayar. Artık çözümlemiş bulunuyoruz ki; devlet, iktidar, toplum ilişkisi çözülmeden; bu 5000 yıllık yapı bozulmadan, demokrasi adıyla eşitlenen bir yaşam oluşturmak imkânsız.
Bunun için, demokratik, ekolojik, hiyerarşik-otoriter iktidar ilişkileri üretmeyen oluşumlar esas alınmalıdır. Bu zeminde kendini inşa eden topluma, artık kendi iç işleyişini/yönetim sistematiğini, kısacası; kendi yeni demokrasi paradigmasını da oluşturacak olgunluktadır demektir. Ama unutmayalım ki, zamanın kimyası, insanı hem fizik hem de ruh anlamında, heykeltıraşın mermeri yontması gibi yontmaktadır. O eşsiz, o estetik eser ortaya çıkana kadar çekiç seslerini dinlemeye devam edeceğiz.