Merhaba Sevgili Kartal;
Bu ayki konuğum, bir anne…
Bir röportaj değil de, yaşanmışlık
paylaşacağım sizlerle.
Öyle bir yaşanmışlık
ki, kaleme alırken
bile, bir kadın olarak
şaşkınlığımı ve üzüntümü
ifade etmekte
güçlük çekiyorum.
Çocuklarımızın
attıkları her adımın
altında, bizlerin ayak
izlerinin olduğunu
unutmadan yaşamak,
zor olmasa gerek…
Diye düşünüyorum.
Biz ebeveynlerin
yaşadıkları ve
yaşattıkları, çocuklarımızın
gelecekteki
karakterlerinin aynası
olduğunu tahmin
etmek de güç değil.
Hayatlarını kendi
başlarına idame ettirmeye
başlayacakları
yıllarda, yapacakları
her bilinçli hatanın
kökenindeki katkılarımızı
unutmak, en
büyük bencilliktir.
Birlikteliklerimizdeki
tüm duygularımızın
ve düşüncelerimizin,
olaylara karşı
gösterdiğimiz tepkilerimizin
tanığı olan
tüm çocukların, aynı
yöntemlerle hayatta
yer almaya çalışacakları
gerçeğini göz ardı
etmek, sonuçları en
katlanılamaz sorumsuzluktur.
Öfkemizin boyutu
ne olursa olsun, yine
de ayak izlerimizin
muntazam olmasını
ve izlerimizin
üzerinde iz bırakacak
olanların tabanlarının
pürüzsüz
olmasını istiyorsak,
ağzımızdan çıkacak
olan cümlelerde
beddua ve küfüre yer
vermeden yaşamayı
denemek, alınacak
olan, “ilk” en doğru
karardır. Yol doğru
ise, iz de doğrudur…
Yalanlara göz yumarak,
yeni yalanları
beslemek acizliktir.
Aciziyet duygusu ya
da yalanla beslenen
çocuklar yetiştirme
hakkına sahip
değiliz.
Halil Cibran, ne
güzel dile getirmiş:
“Çocuklarınız, sizin
çocuklarınız değil
Onlar, kendi yolunu
izleyen, Hayat’ın
oğulları ve kızları…”
Çocuklarınızla yollarınızı
ayırdığınızda,
sizlerin ayak izlerinizi
kendi tabanlarında
taşımanın gururunu
yaşayabilmeleri dileğiyle…
Sevgiyle…
CORONA’LI AYLARIN, İÇ ‘ACI’LARININ TOPLAMI…
Dün sabah, çok erken saatte, benden
hayli genç bir arkadaşımın telefon çağrısıyla
uyandım. Aramızda geçen diyaloğu
aynen aktarıyorum:
“Vaktin varsa biraz konuşabilir
miyiz? Çok kötüyüm; yıkıldım sabah
sabah…” (Bu cümleleri arka arkaya
sıralarken, sesi öyle titriyordu ki, can
çekişiyor sandım.)
“Elbette konuşalım. Ama endişe ettim.
Umarım, Corona kabusu değildir?”
diye cevap verdim.
“Keşşşke Corona olsaydım! Keşşşke
ölseydim de, şu anı yaşamasaydım!
Keşşşke o ölseydi de, bana bu kabusu
yaşatmasaydı! Bu boyu devrilesice,
karantina sebebi ile yatak odasını, ofis
haline getirdi. Şirket, öyle istemişmiş.
Meğer, ücretsiz izin verip eve göndermişler,
ya da işten çıkarmışlar bu
geberesiceyi. Doğrusunu henüz öğrenemedim.
Eve az miktarda bir para giriyor
ama, nereden geldiği belli değil. İşsizlik
maaşı olsa gerek. Ama, tek gerçek var;
o da evde ofis açmasına gerek olmadığı,
bu irin işeyesicenin. Çünkü, ortada çalışacak
bir işi yok. Öyle olmasına rağmen
bu kan kusasıca, hafta içi her gün, yarı
mesai saatleri içinde, yatak odasını işgal
edip, üstüne üstlük bir de kendisine çay,
kahve, yemek servisi yaptırıyordu. Banka
hizmetlisi gibi, kapıyı tıklatıp içeri
giriyor, servisi yapıp dışarı çıkıyordum,
bu zıkkım içesiceye… Hem de, tammm
üç aydır! Düşünebiliyor musun, tammm
üç aydır sabah on birden, akşam dörde
kadar yarı zamanlı çalıştığını söyleyip,
odaya kapandı bu beyni çürüyesice! ”
“Peki ne yapıyormuş, her gün dört
saat, odada tek başına?”
“Dur! Sözümü kesme! Bitmedi
daha!” dedi hayıflanarak. Her cümlenin
sonuna eklediği beddualardan, ben
de nasibimi almayayım diye; “Peki…”
dedim kısık bir sesle.
“Efendim neymiş? Işık arkadan
vurduğu için, bu gözleri pörtleyesicenin,
gözleri rahatsız oluyormuş. Bu
bahaneyle, çalışma masasını duvarın taa
dibine koydu. Meğer ben içeri girdiğimde,
bilgisayarın ekranını anında
görmemem içinmiş. Duvarların altında
kalasıcanın kurduğu dümene bakarrr
mısııın! Zaten, biz evlenmeden önce de
çok yalanını yakaladım ama, her defasında
affettim. Allah, beni de kahretsin!
Huylu huyundan vazgeçer mi? Ne diye
evlendim ki, bu düzenbazla! Hem de
bile bile!”
“Anladığım kadarıyla, hayatında
bir kadın var ve her gününün dört
saatini onunla sohbet ederek geçiriyor,
değil mi?” diyebildim, o hıçkırarak
ağlarken…
“Evettt! Hem de, bu sohbetler esnasında
kendine hizmet ettiriyormuş, sesi
kısılasıca mahluk! En çok da, bu ağırıma
gitti! Bennn, çalışmamı istemiyor diye
gül gibi mesleğimi bıraktım bu, teneşirlere
çıkasıca için! Ve mükemmel bir
anne ve eş olmak için, elimden geleni
yaptım. Hak etmediğim bir aşağılamanın,
tam da ortasındayım.”
“Ekranı mı açık unutmuş? Nasıl
yakaladın?”
“Bu sabah bizim oğlan, elinde
eski model tuşlu bir telefonla mutfağa
geldi. Salondaki koltuğun kırlentlerinin
arasında bulmuş. Telefon titremede! Ekranında,
Balım yazıyor. Biraz çaldıktan
sonra kapandı. Aldım telefonu, girdim
tuvalete… ‘Konuşamıyorum, mesaj at
Balım’ yazıp, gönderdim. Aldığım cevap,
şu oldu: ‘Bugün, bir saat geç görüşebileceğiz.
Mesaiye, on ikide başla. Balın seni
çok seviyor.’
Diğer bütün yazışmaları da
okuduktan sonra, tuvaletten çıktım ve
hiçbir şey olmamış gibi, zehir yiyesiceye
kahvaltı hazırlamaya devam ettim. O,
kötürüm kalasıca da, evin içinde telaş
içinde gezinip durdu. Hiiiç fark etmemişim
gibi davrandım. Yüzü kireç gibi
olmuş, telefonu arıyor. Güya bize belli
etmeden, her yeri kolaçan ettikten sonra
mutfağa geldi. Kahvaltı sofrasının ortasında
telefonu görünce, önce yüzüme
baktı, sonra da telefonu hışımla alıp,
yatak odasına gitti. Beş dakika sonra da
defolup gitti, tabut içinde dönesice!
Daha önce de defalarca yaşattı
bana bunu ama, bu sefer çok ağırıma
gitti! Sevgilinle konuşurken, karına
çay, kahve servisi yaptırmak ne demek
yaaa?! Bu, ne kadar aşağılayıcı bir davranış!
Bu, nasıl bir çirkinlik böyle! Yüreğim
çok acıyor! Gururum paramparça!”
diye cümleleri bağırarak sıraladıktan
sonra, sessiz bir ağlayışa geçti.
“Ne yapmayı düşünüyorsun peki?”
diye soracaktım vazgeçtim…
Vazgeçtim çünkü, ben de onun son
cümlelerine öfkelendim. Eşinin kendisini
daha önceki aldatışlarında, art arda
sıraladığı yalanlarını yakaladığında,
bizzat hizmet etmediği için, içine sindirebildiğini
açıklaması, trajikomik geldi
bana… Durumun içinde yer almaması,
eşinin affedilirlilik olasılığını sağlaması
oldukça acınası. Bizzat durumun içinde
hizmet yok ise, gurur kırgınlığının göz
ardı edilebileceğini, eşi onu dışarıda
aldatıyor ise evdeki bulaşık, çamaşır,
yemek gibi hizmetlerini yapabileceği
düşüncesi kadar, onur kırıcı ne olabilir
ki? Daha az mı yara alıyor, bizzat hizmet
etmeyince; yoksa iyileşilebilesi yaralar
mı oluşuyor?
Ve bu karantina süresince, kaç
kadın böylesine yara aldı?
Ya da kaç erkek, sadece gelir kaynağı
olduğu için evliliğinin sürdüğü hissini
yaşadı?
Kaç kadın, sürekli şiddet gördüğü
eşiyle aylarca, her an korkuyla yaşadı?
Ya da kaç erkek, evine ekmek alamadığı
için aşağılandı?
Kaç evlilik sarsıldı, bu süreçte?
Kaç eve ateş düştü Corona’dan
sebep, ölüme dair?
Ya çocuklar?
Çocuklar neler yaşadı, bu süreçte?
Acaba kaç çocuk, bunca bedduayı
alan babası için endişe ediyordur?
Tüm bu olumsuzların ortasında,
küçük yüreklerine kaç korku, kaç
endişe, kaç ölüm kokusu
sindirdiler?
Kaç çocuk, ebeveynlerinin karşılıklı
yaylım ateşleri arasında kaldı?
Ya da kaç çocuk, içlerindeki
birikmiş enerjiyi sevgi yerine öfkeye
dönüştürerek hapsetti zihinlerine?
Kaç tanesi, yaşamayı henüz
keşfetmişken, ölümün soğuk yüzünü
sevdiklerinde gördü?
Karınları doyamadan, ebeveynlerinin
nasırlı elleriyle okşanarak uyuyan
kaç çocuk var?