Cuma, Mart 29, 2024
Ana SayfaKÖŞE YAZARLARIMUTSUZ YAŞAMAYI SEVEN İNSANLAR, ÇOCUK SAHİBİ OLMASINLAR!…

MUTSUZ YAŞAMAYI SEVEN İNSANLAR, ÇOCUK SAHİBİ OLMASINLAR!…

Merhaba Sevgili Kartal…

Bu ay, gazetemizin konuğu Semih…

Semih henüz on beş yaşında… Maddi geliri hayli yüksek bir ailenin çocuğu; oldukça iyi şartlarda yaşamını sürdürüyor ve özel bir okulda eğitim alıyor…

Ancak tüm bu şartlara rağmen, bir an önce on sekiz yaşını tamamlayıp, ailesinden bağımsız bir şekilde yaşamayı bekliyor, büyük bir öfke ve hüzünle… Hatta öylesine öfkeliydi ki, sorularıma cevap verirken gözlerindeki ağlamaklı hırsına tanık olmak beni çok üzdü.

“Saygı” diye nitelendirdiğimiz unsuru gereksizce abartıp arkasına sığınarak, aile bireylerinin kendi iç dünyalarının çıkmazlarını, kendilerine dair geçmişlerine yönelik travmatik yaşanmışlıklarını, çocukları üzerinde baskılar kurarak acısını çıkarmalarının ürünüdür, Semih ve Semih gibi birçok çocuk…

İşte bu çocuklar, ellerine geçen ilk fırsatta sonuçlarını düşünmeden ailelerini terk edip giden çocuklardır. Yaşadıkları lokasyona ve cinsiyete göre değişen bu terk etmelerin ardından, istem dışı mutsuz evlilikler(genellikle kız çocuklarının evden kurtulma çabası bu yönde oluyor), kayıp çocuklar, sapkın ilişkilere yönelmeler, hayata tek başına tutunabilmek adına edinilen hırs nedeni ile, kanun dışı para kazanma yöntemleri sonucunda heba olanlar… Ve buna benzer birçok hazin son…

Ailelerini terk etme cesaretini kendilerinde bulamayan çocuklar ise, kendine özgüveni olmayan, pasif ya da oldukça agresif olarak gelişme süreçlerini tamamladıklarında, kontrolden çıkıp rolleri değiştirerek, ebeveynleri tarafından yaşatılan manevi işkence silahını ailelerine çevirirler.

İşte o silahların namlusunun ucunda olmamak adına, evlatlarımızı kanatlarımızın sıcaklığıyla, omuzlarımızın gücü ile, yüreklerimizin sonsuz sevgisi ile, içleri gülen gözbebeklerimizin aşkı ile besleyelim. Sofranızda sunduğunuz yemek türünün hiç önemi yok, içinde bir tutam sevgi ve güven olmadıktan, zehir zıkkım ettikten sonra…

Çocuklarımıza sunabileceğimiz en güzel ziyafet anlayış, sevgi ve güvendir. Kalanı ise teferruat… Teferruatlara vaktimiz yok…

Sevmek zamanıdır, her an…

Kuru ekmekle beslenen ama buna rağmen, ailesiyle birlikte iken kahkahalar atan çok çocuk tanıdım ben…

Sevgiyle…

SEMİH – 15 YAŞINDA…

Semih, “mutluluk” deyince aklına gelen ilk kelime nedir?

Yalnızlık… Yalnızlıktır, mutluluk… Tek başına yaşamaktır; sessiz, kavgasız, gürültüsüz. Yemeğimi huzurla, ağız tadıyla yemektir mutluluk. Dilediğin şekilde kahkaha atabilmektir, hiç kimsenin kızabileceğinden korkmadan…

Semih’cim, yaşın itibari ile çok karamsar bir cevap aldım diyemem. Diğer akranların gibi geçirmekte olduğun gelişim süreci nedeni ile bu isteğini normal karşılıyorum ancak, dilediğin şekilde, korkmadan kahkaha atmak derken?

Bizim evimizde eğer bir olaya çok ciddi bakılmışsa, o zaman şiddetli bir kavga vardır ve kardeşimle ben odamıza gönderilmişiz demektir. Ve nedense genellikle bu kavgalar, ya kardeşimin yüzünden, ya da benden kaynaklanan bir saygısızlık sebebiyle çıkar; annemle babam öyle söylüyor. Babaannem de aynı fikirde… Kardeşim ve ben, çok küstah ve nankörmüşüz. Annemin bizleri yetiştirme tarzıymış aslında bu durumun kökeni. Kardeşimle ben, kafa kafaya verip defalarca çok düşünmemize rağmen bu duruma çözüm getiremedik. Ve çocuk olmaktan vazgeçtik. Çünkü bizim evimizdeki herkes, çok ciddi yaşar. Yüz ifadeleri hep ciddidir. Kaç yaşında olursak olalım(bir, üç, on dört, kırk, yetmiş, fark etmiyor), hep ciddi bakarız; tabağımızdaki yemeğe, aldığımız yeni kıyafetlerimize, hatta komedi dizilerini bile belli bir ciddiyetle izleriz. Neşeyle, gülerek bakamayız; yiyemeyiz yemeğimizi… Harika bir karneyi bile sevinerek sunamayız ailemize… Babamın gayet asık bir yüzle: “Bu kadar sevinmenizi gerektirecek bir şey yok! Bu zaten sizin göreviniz! Ben maaşımın mesai ücretini bol alınca, bu kadar şamata yapıyor muyum? Yapmıyorum, çünkü o da benim görevim!” diye bizi terslemesi, tüm okul hayatımı bitirme isteği ile son buluyor, her karne günümüz. Sohbetlerimiz de hayli ciddi yapılır evimizde. Sanırsınız ki, dünyaya hızla yaklaşan bir göktaşı var ve biz bu konu hakkında bilimsel çalışmalar yapıyoruz. Kardeşim ve ben nasıl çocuk olunur, unuttuk zaten. Annemizin bize en son ne zaman gülümseyerek kapıyı açtığını ya da sımsıkı sarıldığını hatırlamıyoruz. Ya da babamızın, evimizin kapısından içeri, en son ne zaman mutlu girdiğini de hatırlamıyoruz.

Kardeşim ve ben daha da çocukken, evdeki bu gergin havayı yumuşatmak, duvarı andıran suratları azıcık da olsa gülümsetebilmek için, kendimizce sürprizler hazırlamaya çalışırdık. Küçük bir tiyatro gösterisi ya da bir pazar sabahı, onlar uyanmadan kahvaltı hazırlardık. Ama bu çabalarımız da anne ve babamızın birbirlerine girmesiyle son bulurdu. Tabi yine saygısız ve küstah olan ben ve kardeşim, odamızı boylardık. Sürekli kendimizi sorgulayıp, nerde hata yaptığımızı düşünüp çözüm bulamayınca da, yemek saatleri dışındaki zamanlarımızı odamızda geçirme kararı aldık. Bu sefer de, ailece vakit geçirememekten yakınmaya başladılar.

Kendinizi bizim yerimize koyup, bir düşünün. Sırf babaannem, annem ve babam, her şeyi bahane ederek kavga ediyorlar ve biz nasıl davranırsak davranalım, dünyanın en kötü çocuklarıyız. Halbuki sorun kendilerinde. Mutlu olmaktan nefret ediyorlar. Neşeli olmayı, gürültücü ve saygısızca buluyorlar. Neşe içinde yaşamayı sofraya saygısızlık, komşuya saygısızlık, kazanca saygısızlık, Tanrı’ya saygısızlık, okula saygısızlık, babaanneye saygısızlık, saygısızlık, saygısızlık, saygısızlık…

Birçok “saygısızlık”a dair madde sıraladın ama, bu gibi durumlar her evde yaşanabiliyor. Sen biraz abartıyor olabilir misin?

Öyleyse, ben de bir soru sorayım size… Kardeşimin benden tuzluğu istediği halde, yanlışlıkla verdiğim karabiberi çorbaya serpmesi ve ikimizin gülüşmeye başlamasından daha masum bir an olabilir mi? Ama babamın tuzluğu duvara fırlatarak:

“Şimdi kardeşin o çorbayı içemeyecek ve çöpe atılacak! Ve siz hala saygısızca gülüyorsunuz! Kazanca saygısızlıktır bu! Ve ayrıca, sofrada olur olmaz şeylere gülmek sofraya saygısızlıktır. Ama kabahat sizde değil, sizi bu hale getiren annenizde! Tıpkı onun gibi nankör ve küstahsınız!” diye çıldırmasının ardından, annemin de kendini savunmaya geçmesiyle ve tabi çok geçmeden babaannemin de babamı desteklemesi ile son bulan sofra faciamız, annemin evi terk etmesi ile son buldu. Ama kardeşim ve ben, annemizin ayda bir kez valizini alıp, evi terk ettikten bir hafta sonra geri geleceğini bilmemizin üzüntüsü içinde odamıza çekildik yine…

Son cümleni pek anlayamadım. Annenin eve geri gelmesi, kardeşinle seni üzüyor mu? Bu düşüncenizi hiç dile getirdiniz mi ailenize?

Tabi ki üzüyor. Çünkü annem ve babam geçinemiyorlar. Birbirlerini sevdiklerini hiç sanmıyorum. Öyleyse aynı evde yaşamalarının ne önemi var ki? Onların ayrılmalarının ya da hangisi ile yaşayacağımızın önemi yok bizim için… Çünkü her ikisi de mutsuzluğu seviyorlar. Kardeşim ve benim için değişen bir şey olmayacak. En azından, birine katlanmak zorunda kalacağız.

Bir gün, “bizim yüzümüzden” çıkan bir kavganın sonucunda, babamın yemek masasını hırsla devirmesi sonucu annemin ayağının kırılması ve babamın yine bizleri son sesi ile azarlaması üzerine kardeşim ağlayarak: “ Anne! Git bu evden ve bir daha da gelme!” diye bağırdı. Ve annem, kardeşimin ondan nefret ettiğini, babaannem ve babamla birlik olup, onu istemediğini düşündü. Çok kötü bir geceydi ve annem hastanede ayağı alçıya alındıktan sonra eve geri geldiği günden itibaren, kardeşime daha da mesafeli davranmaya başladı. Kardeşimin üzüntüsünü size tarif bile edemem. O günden sonra derslerinde de son derece başarısız oldu. En çok da, o günden sonraki tüm kavgaları kasıtlı olarak kardeşimin başlatması üzüyor beni. Kardeşimi de kendilerine benzetmeyi başardılar.

Şu anda benim için en büyük mutluluk, yılların hızla geçmesi ve bir an önce on sekiz yaşına gelebilmek… Çünkü o evde yaşamak zorunda kalmayacağım. Kardeşimle benim aramda iki yaş var. O da on sekiz yaşını tamamlayınca, onu da yanıma alacağım. Ailemiz, bizsiz daha mutlu olacaklar; biz de onlarsız…

Kendi evime taşındığım gün, ilk işim bağıra bağıra şarkı söylemek olacak ve sofrada kendi kendime sohbet etmek olacak. Ayna koyacağım masanın üstüne ve kendi kendimle sohbet edeceğim bol bol…

Ayrı eve çıktığında, hem eğitimini devam ettirip, hem de nasıl para kazanacaksın Semih? Hiç olmazsa üniversiteyi bitirdikten sonra uygulasaydın bu kararını. Ayakların yere daha da sağlam basardı, diye düşünüyorum…

Üniversiteyi okuyacağımı kim söyledi? Babam gibi başarılı bir mimar olmayıp, ona” saygısızlık etmek” için, okumayacağım. Kendi evimde çorbama yanlışlıkla karabiber dökeceğim ve “kazanca saygısızlık” yapacağım. Gülerek bir fotoğrafımı çektirip, evimin giriş kapısına yapıştıracağım ve böylece kendimi güler yüzle karşılayacağım. Ve asla üzümlü kek pişirmesini öğrenmeyeceğim çünkü, kardeşim ve ben hiç sevmezdik ama, “nimete saygısızlık” olmasın diye yemek zorunda kalırdık. Keklerim hep çikolatalı ve portakallı olacak. Ve hiçbir bayramda takım elbise giymeyeceğim ve “bayrama saygısızlık” etme korkusu çekmeyeceğim. Yaşıtlarım ne giyiyorsa, öyle kıyafetlerle gideceğim annemin, babamın, babaannemin ellerini öpmeye… İlkinde kavga büyük olur ama, sonra sonra alışırlar. Kardeşim ve ben alışmadık mı?

Semih’cim, Kartal’ın Sesi aracılığı ile tüm ebeveynlere, tek bir cümle ile seslenmek ister misin?

İsterim ama onlardan ricam, bu cümleyi bağırarak söylediğimi hayal etsinler:

MUTSUZ YAŞAMAYI SEVEN İNSANLAR, ÇOCUK SAHİBİ OLMASINLAR!

Dilek Uyar
Dilek Uyar
Kartal'ın Sesi Gazetesi yazarı
İLGİLİ HABERLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

- Reklam -

En çok okunanlar

Son Yorumlar

Zehra Sayar on Yılbaşı
Deniz Özlem Er on Yılbaşı